18 Temmuz 2008 Cuma

LOST SEZON FİNALİ (BABA YARISI)

Evet, altı ay olmuş bir şey yazmayalı. Lost'u da unuttu millet. Dilerseniz kalan karakterlerimizi de kısaca analiz edip mevzuyu bitirelim, siz de rahat edin, ben de...

Karaktersizler-Volume Sonses

Adaya kısmi felçli düşüp sonradan teke gibi koşturmaya başlayan John Locke; sahilde tavla oynayan, mülayim bir emekli astsubay portresi çizmişti ilk başlarda bizlere. Dizi ilerledikçe psikopata bağlayan Locke, Bursa işi nadide çakıları ile adanın domuz nüfusunu etkileyerek doğanın dengesini bozmuş, olanların en büyük sorumlusu olmuştur gözümde. Ulan yatalak adamken yürür olmuşsun, şükret haline, yok hala zıpla hopla, olay çıkar cık cık cık...

Bu adamın nasıl yürüdüğü olayına gelirsek iki teorim var;

Şimdi uçağın çakılma anında Locke yere tam çivileme pozisyonda düşer. Çaat! diye çakılınca afedersiniz bacakları kıçına girer ve vücut iletişimi tekrar sağlar, sinirler, bacaklar, beyin hesabı. Adanın gücü falan hikaye buna göre.
Diğer bir düşünceye göre ise; uçak düşünce boylu boyunca yere yayılan Locke'un yanına gelen Hurley ayısı, "Sapasağlam adamsın, herkes gibi sen de çalışsana!" deyince, Locke da utancından kalkar ve yürür...

Maşallah dediği çocuk üç gün yaşamayan Hurley'e gelirsek; aslında kutup ayısını oynamak üzere kadroya alınan oyuncu araya adam sokarak bu rolü kapmıştır. Haftalarca devreden sayısalda altıyı tutturarak rekor ikramiye kazanacak kadar şanslıdır(!). Esnaflığa soyunan Hurley'nin, müşterinin tekine sinirlenip; "Hay Hurley kadar başınıza taş düşsün!" demesiye dükkanına meteorun düştüğü sahne unutulmazlar arasındadır. Bu olaydan sonra, yıllardır hayalini kurduğu Hawai tatili için adaya düşen Hurley, kısa zamanda baba mesleği olan oto tamirciliğini ilerletip, adanın seçkin yetkili servislerinden biri olmuştur. Bu devirde çalışmadan geçinmek zor tabi, sonuçta hazıra dağ dayanmaz...

Peki şu fizikçi Daniel Faraday'a ne demeli? Er Ryan'dan şerefsiz Upham olarak aklımda kalmış olan bu şerefsiz, aynı "acıların çocuğu" suratıyla dizimizde de arz-ı endam etmekte. "Bildiğini yanındakilere söylememe" adeti gereği o da ada vatandaşı olmul durumda artık.

Juliet, ah Juliet... "Romeo'nun koynundan yeni çıkmış Juliet sırıtışı" belleklere kazınan Juliet Burke, ekibe sonradan katılmasına rağmen çok çalışarak kısa zamanda adanın Mona Lisa'sı olmuştur. Aslında Kız Meslek Lisesi ikinci sınıftan terk olan Juliet, "Ben doktorum!" diyerek "Birimiz hepimiz, hepimiz diğerleri için!" sözünü şiar edinen Benjamin ve arkadaşlarının arasında kendini kabul ettirmiştir...



Eveet bu yazı dizisini buralarda bir yerlerde bitirmek istiyorum. Lost'tan uzak kalınca hakkında geyik yapasım bile gelmiyor :) Daha çok karakter, mevzu var aslında kafamda ama artık başka konulara, oyunlara(!) dönmek istiyorum.

Haftaya aynı sayfada, başka bir konu ile monitörünüzde olmak üzere, hoşçakalın efenim...

26 Mayıs 2008 Pazartesi

LOST SEZON YARISI (SEZBEŞ) (II)

"Çıkan Kısmın Özeti" denirdi eski fotoromanlarda, gazete çizgi romanlarında. Bizim Lost'ta "Previously on Lost" oldu bu olay, olsun varsın. Gerçi burada gerek yok, altta bir önceki yazıda var zaten komple tefrika...

Tek Rakibim Oceanic Havayolları

Ehehe, arabaların arkasına yazdırmalık yeni bir cam yazısı olabilirmiş bu başlık. Neyse, dilerseniz bu gizemli şirket nedir, bu bölümde ona göz atalım.

Doksanlı yılların başında ilk uçuşunu Sabiha Gökçen Havaalanı'nda gerçekleştirerek havacılık sektörüne merhaba diyen şirket, uçağın Heybeliada'ya çakılması ile sanki olacakların sinyalini daha o günden vermiş gibiydi.

Şirketin sahibi Billy Ocean, güven kazandırıcı projeleri (yarım bardak kola ile çokoprens servisi, kolonyalı mendil vs...) bir bir hayata geçirirken diğer yandan da zeki (!) bir yöneticisinin "Patron adımızı Holywood'a taşıyalım, hem iyi reklam olur markamızı tanıtırız tüm dünyaya hem de güvenilirliğimiz artar..." önerisini hevesle kabul eder. İşte sonun başlangıcı bu olur. O günden itibaren ne kadar içinde uçak düşen, patlayan, kaçırılan yapım varsa hepsinde kanat gösteren Oceanic Havayolları nihayet Lost ilk sezon ile birlikte komple yerin dibine girer...

İyice çulsuzlaşan Billy Ocean, amcaoğlu olan Danny Ocean'ın çetesine katılıp Ocean's Fourteen filminde rol almaya karar verir...

Karaktersizler

Gelelim dizideki karakterlere... Öncelikle dünyada ne kadar pislik, işe yaramaz herif varsa o uçağa toplayan yapımcılara tüm insanlık adına teşekkür etmeliyiz. Dünyada suç oranı düştü vallahi o günden beri.
Kardeşim kaç bin feetden düşmüşsün, burnun kanamadan kurtulmuşsun, şükredip hayatıma beyaz bir sayfa açayım yok. Ordan oraya zıplamalar, dalaşmalar, vurdular kırdılar aynen devam. Püü size, kalın o adada oh!
Jack Shepard (Allah'ın çobanı), bir kere o kötü kadınla evlenip, babasını ameliyat ettiği Fransız dilberin tek öpücüğüyle yetinip arkasından koşmadığından o adada müebbete mahkum gözümde, velev ki kurtulmuş olsun. Limon yemiş suratı, palyaço gibi dövmelerle durduğu yerde duramayan bu adam kaybolsun gitsin, hiç üzülmem.
Jack'in bir dargın bir barışık, ağlak suratlı ekürisi Kate'e gelelim. Baba katili, hırsız, at manyağı bu kadın, Jack'e kızıp Sawyer'i günaha sokmasıyla hepten gözümden düşüyor. Dizide "I'm sorry" den başka doğru düzgün repliği olmayan Kate, işleri her zaman bulandırmasıyla da meşhurdur...
Dizideki fahri isim babası Sawyer, adeta bir takvim yaprağı arkası gibi herkese isim bulmakla meşgul. Tam bir kader kurbanı olan Sawyer, intikam hırsı ile gittiği Avustralya'da yanlış adamı öldürür. Bunun üzerine Aborjin töresi gereği başlayan kan davasından kurtulmak için adaya düşer. Zaten düşmeseymiş kendi atlayacakmış gibi geliyor bana. Yapımcılar bu James "Sawyer" Ford karakterini diziye almakla akıllılık etmişler bana göre. Eee ne demişler, "Alırsın Ford, olursun Lord"...

9 Mayıs 2008 Cuma

LOST (İnceleyememe) BAHAR SEZONU (I)

Lost Acı Söyler...

Birazdan başlayacağım yazı dizisi -dizi yazısı?-, herkes tarafından bilinen ama hakkında pek bir şey bilinmeyen meşhur (herkes tarafından bilinen) dizi Lost ile ilgili olacak gibidir. Diziyi izlemeyenler bile rahatça -arkaya yaslanarak- okuyabilir, gözleri görmeyenler rahatça okuyamayabilir -arkaya yaslansalar hiç okuyamazlar-, diziyi izleyenler sövebilir, gülebilirler...


5. sanat yılını kutlamaya hazırlanan Lost (Zayi) dizisini tüm Dünya gibi bizler de severek izliyoruz. Akıllarda sürekli soru işareti, ünlem, apostrof bırakan bir dizi. Bir dizi abudik olaylar silsilesi şeklinde gelişen bu dizi, budizm, şintoizm,atletizm gibi egzantrik felsefelerden oldukça ilham almış gibi görünüyor (?).

"Kaç yıl oldu, daha yeni mi Lost'u yazıyorsun?" diye sorarsanız -ki sorarsınız-, adı gereği "Kayıp" olan DVD'leri ancak bulup seyredebildiğimi söylerim ben de size. Aslında kayıp ilanı vermeyi düşündüm ama bu espriyi önceki yazılarımdan birinde yaptığım için bunu yapmadım!

Ada Vapuru Yandan Çarklı

Lost'a dair şimdiye kadar yazılan binlerce yazıda olduğu gibi, "Tropik bir adaya düşen, Oceanic Havayolları'na ait 815 sefer sayılı uçaktan kurtulanların adadaki maceraları..." gibisinden baygındırıcı bir giriş yapmak istemiyorum mevzuya. Çünkü Lost daha fazlasını hak ediyor, daha fazlasını içeriyor. Gerçekten olaylara değişik açılardan bakan, farklı anlatıma sahip bir yapım. Bu yönleriyle klasik RPG ögeleri taşıyan modern bir TPS de diyebiliriz (Çevirenin Notu: Burada yapma şunu ya).

No Black Smoking

Tropik bir adaya düşen, Oceanic Havayolları'na ait 815 sefer sayılı uçaktan kurtulanların adadaki maceralarını anlatan dizinin büyük bölümünün geçtiği Lost Adası'nda (Herkes gibi ben de bu ismi uygun gördüm) hava genelde günlük güneşlik. Yer yer sağanak yağışların gözlendiği adada sabah saatlerinde etkili olan sis, öğleden sonra yerini kara bir dumana bırakıyor.
Bulmacalara "Dört tarafı gizemlerle çevrili kara parçası" olarak giren bu adanın sırrı, Victoria's Secret'dan sonra en çok merak ettiğim sır olmakta.
Neyse, lafı fazla uzatmadan(!) ayrıntılara dalmak istiyorum...

"Previously on Lost" olacak bu ilk yazı muhakkak devam edecek.

25 Nisan 2008 Cuma

Haydaa...

Folklor oynarken verilen komutlardan değil, bildiğimiz "Haydaa..." bu. İşimle ve başka alanlarla ilgili çok konuda büyük yardımları dokunmuş bir uzaktan yakınımızı (Öeh, akrabaya gel..) ziyarete gittim geçen günlerde. Kendisine vefa borcu olduğum çok şeyler vardı ve alemci bir kişi olduğundan sağlam bir viski ve çikolata şekli yaptım yanımda götürerek. Bayağıdır görüşmemiştik ve evde de yoktu gittiğimizde. Ulan diyorum, vitrinlerde bir şeyler eksik, yengede başörtüsü var mıydı falan derken, abimizin bayağı bir dindarlaştığını, içmeyi falan bıraktığını -öyle şeylere artık çok kızdığını- farkettim yengenin ağzından. Abiyi bekleyip, yengeyle muhabbete devam ederken, bir yandan da emanetlerin poşedini kurcalıyorum bacak altımdan. Viskiyi soteliyeyim ki sadece çikolata kalsın ehehe... Yenge çay tazelemeye kalkar kalkmaz hanımın çantaya gömdüm viskiyi. Abi de geldi o arada. Hoş beş derken, "Abi bunu kabul edin, lâyık değil ama ehemehe...". Herneyse, "Allah razı olsun" u kaptım abiden, az daha çuvallayacak olsam da...

11 Nisan 2008 Cuma

Kısa Hikaye

Kaptanın Geğir Defteri, Ay Takvimi 12 Cemaziyelevvel

-Kola iyi gitti di mi Kaptan?

-Gaarrk!..



FIN

6 Nisan 2008 Pazar

Sıra Tabanlı Röportaj

The Guardian'dan alıntıdır;

"Washington Post'ta yayımlanan ve büyük ilgi gören bir röportajın haberi;

'Geçtiğimiz günlerde Türkiye'de bulunan ünlü meşhurlardan Paris Hilton ile röportaj yapmak için Türkiye'de bulunan (Bakın, ülkemizde herkes bulunabiliyor artık) New York Times muhabirlerinin bu talebi reddedilince, elleri boş dönmemek için ünsüz düşünür Otto Van Panelvan ile yaptıkları mini röportaj;

NYT : Merhaba sayın Otto Van Panelvan, öncelikle bizi kırmayıp kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Paris Hilton sizin kadar nazik olamadı ne yazıkki.
Otto : Ne demek efendim, lafı mı olur? Asıl ben teşekkür ederim, kalbiniz kadar temiz gazete sayfalarınızı bana ayırdığınız için. Allah tuttuğunuzu Hilton etsin.

NYT : Ahaha çok ilginçmişsiniz. Sizi çok sevdik, ilerleyen bölümlerde size Otto diyebilir miyiz?
Otto : Tabi, zaten herkes bana Otto der. O Hollandalı çakması ismi nereden buldunuz öyle, Marco Van Basten misali? Siz de az değilmişsiniz hani, neyse sorularınıza geçebiliriz.

NYT : Sayın Aslı Hanım (Öeh, soruları Çağlayan'ın röportajından aynen alayım dedim ama bu kadarı da fazla oldu gibi), pardon Sayın Otto Bey, öteki insanlarda görüp imrendiğiniz bir özellik var mıdır?
Otto : Var.

NYT : Nedir peki?
Otto : Ciddiyet. Aslında yerine göre ciddi olabiliyorum ama o yer neresidir bulamadım hâla. Gerçi memnunum halimden, girdiğim iş veya arkadaş ortamlarında beni tanıyan suratların hemen sırıtıvermesi hoşuma gidiyor. Talihsiz, üzücü, çoğu insanın başına gelemeyecek kadar kötü çok şey yaşadım. Hepsini böyle aştım, tabi çok üzüldüm, belki ağladım ama bir şekilde toparlandım, daha da güçlendim, meşhur bir sözdeki gibi...

NYT : Pazarda satılsanız, bir ne olurdunuz? Yani en çok hangi meyve sebzeye benzersiniz? Mesela hıyar, kabak, armut gibi?
Otto : İncir! Pazardan alınınca bir tane ama eve götürülünce yüzbin tane olurum. Halbuki bu sayı narda bin, elmada birdir. Beklenmedik sürprizler, konular çıkartırım çevremdekilere.

NYT : Peki yedi ölümcül günahtan biri olsaydınız, hangisi olurdunuz?
Otto : Tövbe tövbe... Tembellik olurdum. Hatta olamazdım bile, o derece tembelim anlıyacağınız. "Zoru sevmem, imkansızı hiç beceremem" sözümü kendime şiar edinmem bu yüzdendir zaten. "İş olduğunu bilse dünyaya gelmezmiş" sözü de hakkımda en çok söylenen sözlerden biridir. Ha bir de dokuz kusurlu hareketten "Arkadan Çelme Takma" olmak istemezdim...

NYT : Kendinizi hangi oyun karakterine benzetiyorsunuz?
Otto : Prince of Yalova'daki Prensim ben. Kaybediyor, düşüyor, yılmıyor, umursamıyor, çabalamaya çalışıyor, yine kaybediyor...

NYT : Hangi oyun türlerini sever, hangilerini sevmezsiniz?
Otto : Rol yapma oyunlarını sevmem. Rol yapmak bana göre değil. Kendim olmayı tercih ederim daha çok. Tembel biri olduğumdan, aksiyon ve FPS türleri tercihimdir. Single Player olarak bitirirdim hepsini evlenene kadar. Sonrasında Married Player olarak devam etmekteyim...

NYT : Sizde anısı olan bir şarkı var mıdır?
Otto : Adı Bende Saklı.

NYT : Özel kaçtı herhalde. Soru için özür dileriz.
Otto : Yok yok, şarkının adı o; "Adı Bende Saklı" Sezen'den, gerçi siz bilmezsiniz ya neyse. Bir de Zebda'dan Qualalaradime var ama anısı neydi onu unuttum sahiden.

NYT : Bir "İyi ki" ve bir "Keşke" alabilir miyiz?
Otto : İyi ki kızım var! Bunu klişe olarak veya vicdani bir mecburiyetten söylemiyorum. Tarif edilemeyecek bir "İyi ki". İnşallah o da "İyi ki bu adam benim babam" diyebilir ömrü boyunca... Keşke kaybettiğim sevdiklerim var olmaya devam etselerdi hâla, bunun tarifi çok açık, çok kolay, keşke işte...

NYT : Bir "İyi" ve bir "Kötü" haberiniz olsaydı, ne yapardınız?
Otto : Önce iyiyi söylerdim. Geçecek zamanda kötü olan düzelebilir belki. Hani bir umut, yerse hani...

NYT :
"Ekmeğin çıksa da bayat,

Aldırma,

Yaşadığın sadece bir hayat..."

dizelerindeki hayatın anlamı nedir?
a- Hepsi
b- Hepi Topu
c- II ve IV
d- Hiçbiri
e- Hepbiri


Otto : Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi? Şu kısacık ömürler yeter mi?..

NYT : Efendim, bize vakit ayırdığınız için tekrar teşekkür ederiz.
Otto : Ben teşekkür ederim. Bir dahaki sefere görüşmek üzere.

NYT : "Bir dahaki sefer" olmayacak, emin olun, olmayacak...
Otto : Nasıl? Lan!'"


Mikrofonlar aylar sonra yeşil bloglara dönen Night Eagle'da! Evet Nayt...

28 Mart 2008 Cuma

Eşşekarısı Etkisi

Hani bir minik kelebeğin kanadını çırpması bile döne dolaşa gidip deli bir kasırgaya sebep olur ya (?), hani "Kelebek Etkisi" denir bu olaya...

Kelebeğe sorsanız, "Kanadımı sallasam ellisi, bana ne ya, zaten ölecem akşama kalmadan..." der geçer umarsızca.
Bizlerin ise o tavırla geçiştiremeyeceğimiz, benzer bir durumu var. Uzmanlar (!) buna "Eşşekarısı Etkisi" diyorlar.

Düşünüp taşınmadan öyle bir laf edersiniz ki o lafın nerelere gideceğini, ne fırtınalara yol açacağını hesaplamadan...
Aklınız başınıza geldiğinde, sonuçları gördüğünüzde; "Hay dilimi eşşekarısı soksaydı da demeyeydim!" dersiniz işte.

"Ağzımız torba değil ki büzelim..." diyenlere ise şunu söyleyebilirim; şarabın günah olduğunu, neden içtiğini merak eden gence Simyacı'nın yanıtını, "Kötülük insanın ağzından giren şeyde değildir. Kötülük oradan çıkandadır..."

18 Mart 2008 Salı

Tarih Tebessümden İbarettir...



Fatih, tarihimizin en merak edilen bu hükümdarı hakkındaki gizli kalmış bilgileri günışığına çıkarıyoruz!

Büyük padişahlardan 4. Muhittin ile eşi 6. His'in ortanca evladı. İlk ve ortaokulu İstanbul'un Fatih semtinde okuduğundan dolayı bu ismi almıştır.

Fatih'in tahta çıkış öyküsü çok ilginçtir. Babası 4. Muhittin, adeta bir saray yavrusu olan evleri Topkapı Sarayı'nın tadilat işleri için nalburdan yüz okka demir sipariş eder. Fakat gelen kargodan demir yerine yüz okka tahta çıkar. Buna çok sinirlenen Muhittin Han'ın, "Zındıklara bak hele! O kadar akçe ver, demir sipariş et, onun yerine tahta çıksın bre!" haykırışını duyup emir telakki eden yeniçeriler, genç şehzadeyi tutup tahta çıkarırlar...

Talebe Seçme İmtihanı (TSİ)'nda İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü'nü tutturan Fatih, okula sarıkla alınmayınca çok sinirlenip şehri üniversitesi ile birlikte komple fethetmeye karar verir. Diğer bir rivayete göre, boğazda yediği bir yemek sonrasında gelen kol gibi fatura bu kararı verdirtmiştir...

Saldırı öncesinde ordusuna dualarla kurşun döktüren Sultan, artan kurşunlarla iki de top döktürerek hazırlıklarını tamamlar. Tarihte yanlış bilinen bir husus da, gemilerin karadan yürütülmesinin sebebidir; Osmanlı'nın zengin petrol ve yaylı yataklarına sahip şehre saldırı başlatmasıyla birlikte petrolün fıçı fiyatı yüz akçeyi geçer. Bu nedenle damla mazot bulunamayan gemileri karadan ittire ittire Haliç'e kadar getirirler. Zincir olayı bunu örtmek için kullanılan bir bahanedir sadece...


-"Lan! İnip yardım etsenize bre! Nuh'un gemüsü mü bu?.."




O devirde İnönü Stadyumu'nda ışıklandırma olmadığı için kuşatmalar gündüz yapılmaktadır ayrıca. Karşılıklı top atışları ile günlerce devam eden savaş, Fatih Ürek ve Cemil İpekçi'nin şehre gönderilmesiyle Türkler lehinde son bulur. Derler ki, kuşatmadaki top seslerini VI. Sağır Sultan bile duymuş ola...



Hiç belirtmek istemediğim halde şunu söylemeliyim ki gerçekte Fatih, sevdiğim ve saygı duyduğum bir şahsiyettir. Bu dalga geçmek falan değil, sadece "Biraz da gülelim" yazısıdır. Zaten dalga geçilecek bir husus da kesinlikle yoktur...

9 Şubat 2008 Cumartesi

Ren Geyiği



Avrupa'nın en renkli şehri olan Ren'de havalar o kadar soğuk olurmuş ki kediler damdan dama atlamaya çalışırken havada donup yere düşerlermiş buz olarak. Ren'de sadece kızlar erkeklere arkadaşlık teklif ederlermiş ayrıca. Ren Nehri'ndeki hazineler yıllardır aranıyor, bulunsa dünyanın ekonomik yapısı komple değişirmiş. Ren'de osurmak değil de geğirmek çok ayıpmış, ayrıca orta parmak göstermek iyi anlamdaymış. Ren Şehri'nde askerler helikopterden helikoptere atlarken şarjör değiştirebilirmiş. Ren'de yaşayan karıncalar kendi ağırlıklarının elli mislini kaldırabilirmiş. Ren Şehri'nde cep telefonu ile konuştuktan sonra *#0005489# yaparsanız ücret yazmazmış...

4 Şubat 2008 Pazartesi

Şubat İnceleme-Varan Turizm

Evet, yazımın başlığında belirttiğim gibi Şubat İncelemesi olacak bu. Şubat'ı inceleyeceğiz ahahaaaaa...

Şubat ayı dert ayıdır. Mart ayı da "Dart" ayıdır aslında. Şubat soğuktur. Şubat bahar gelmez dedirten aydır. Şubat kısadır ama bu sene değil işte. Gerçi en uzunu da budur işte. İstediği kadar uzasın, anca bu kadar olur, 29 olur.
"Ocak da bitti be, daha yeni girmiştik yıla.." diyaloglarının başladığı aydır Şubat.

Kediler ister en çok Şubat'ın bitmesini, "Bitse de Mart gelse miaauuuv miah miah..." derler ay boyu.
Sonuçta Şubat da beş olacak birazdan, onbeş, yirmibeş ve bitecek. Kötü de olsa "Eeeh geçsin artık!" denmemeli hiç bir aya, yıla, güne. Ne kötü günler yaşadı herkes, "Bitsin bu günler..." dendi ama yaşlandırdı işte her gün insanı. Şahsen yaşlanıyorum. Her gün geri gelse...

Bu yazı, önceki yazının başlığından gazlanarak yazılmıştır. Ayrıca bu yazı tatil beldelerinde geçirmek istiyorum...

31 Ocak 2008 Perşembe

Şubat İnceleme-Varan I

God of Atlantis (Atlantis, Allah'ına Kurban!)




Tür : Düz Tabanlı FPS (Birinci Tekil Şahıs)
Yapım : Hayal Mahsulleri Ofisi
Dağıtım : Atlantis Records

Annesi kendisine 3 aylık hamileyken önce annesini, iki yaşındayken babasını, orta ikide de Atlantis'i kaybeden Atila'nın hüzünlü, acı fakat ballı öyküsünü konu alan GoA uzun zamandır süregelen FPS açlığımızı giderecek gibi görünüyor (Ne aç adammışsınız kardeşim-SE).

Oyunun henüz açılış videosunda, gazetelere "Atlantis'i Kaybettim, Hükümsüzdür..." ilanı vererek şansını deneyen kahramanımız Atila, burada bizlere yapay zekasının gücünü kanıtlamak istiyor. Yapımcıların bile bu durumdan haberi olmadığı söyleniyor, e tabi yapay zeka olayı gelişti yeni nesilde.

Yapay Zeka demişken, bir zeka bu kadar yapay olabilir. Soğuk soğuk selam vermeler, zoraki sırıtmalar bir yerden sonra sıkıyor tabi. Artık yapımcılardan daha doğal, daha canayakın zeka pırıltıları bekliyoruz...

Bölüm tasarımları gayet güzel. Git git bitmeyen haritalar, "Ulan bunun bir de dönüşü var, oynamasak mı acaba?" diye düşündürmüyor değil.
Atlantis sokakları, parkları, lagünleri o kadar başarılı tasvir edilmiş ki, gidip görenler "Aaa hakkatten aynısı olmuş..." diye şaşkınlıklarını dile getiriyorlar.

Düzgün Dairesel bir oynanışa sahip oyunumuzda, Atlantis'i bulana kadar imanımız gevriyor. Fakat Amerika keşfedildikten sonra oyunun atmosferi bir anda coşuyor.

Etkileşim ve gerçekçilik ses getirecek türde olmuş. Nihayet patlayan variller ve meyve kasaları var! Taşa takılınca küfrederek yere yapışmalar falan gayet gerçekçi olmuş.

Trampozoni bölümünde havaya ateş ettiğimiz bir sahnede, vurulup balkondan düşen "Çamaşır Asan Atlantisli Kadın" karakteri gözlerimizi yaşartıyor.

Oyun boyunca çok diyaloğa gireceğimiz Atlantis Kraliçesi ile ilk karşılaştığımız "Come on Baby!" bölümünde, "Kayıplardasın ya Kraliçem, yüzünü gören cennetlik, ehuehu..." diyen Atila, bu canlı performansı ile ağzımızı açık bırakıyor.

Diyalog olayından bahsetmek istiyorum. Gerçekçilik adına oyunda dil olarak sadece Atlantisçe kullanılmış. Burada yapımcı ekip bizi gerçekten yemiş hissi uyandı ama dur bakalım. Dil probleminden fazla korkmayın, orta seviye bir oyuncu bile üç dört oynayıştan sonra derdini anlatacak kadar öğreniyor Atlantisçe'yi.

Oyunda Easy, Medium, Large, XLarge olarak dört zorluk seviyesi var. Siz yine de bir büyük seviyeyi seçin, seneye de oynarsınız...

Konsol versiyonunu pek tutmadım açıkçası. Konsolun üstündeki ayna ile yanındaki televizyon sehpası iyi optimize edilmemiş. Küçük bir yama ile düzelir kanaatindeyim.

Maceramız boyunca bol bol Atlantis Belediyesi Zabıta Ekipleri ile çatışmaya, kovalamacaya giriyoruz. Aksiyonun tavana vurduğu bu sahnelerden sonra tavandan inmek konusunda bir hayli bug mevcut. Yamalı Bohça gibi olacak bu oyun da.

Yöresel kıyafetlerle (Perdelik Kumaş) kamufle olarak saklandığımız Stealth Action türündeki oyunumuzda silah yelpazesi de oldukça geniş.
Jiletli yelpaze, bomba atarlı yelpaze iki örnek mesela. Silahların modifiye edilebilirliği de oynanışa zevk katıyor. Camlara film çektirmek ve çelik jant en çok tercih ettiğim modifikasyonlar oldu.
Silahlardaki tokluk hissi ise gerçekten doyurucu. Düşmanınız midenizi mermi ile doldurduğunda iki gün açlık nedir bilmiyorsunuz.
(Bu tokluk hissi yanlış anlaşılmış galiba?-ZG)
(Pardon, siz kimsiniz?-SE)
(Ne bileyim, heves ettim işte-ZG)


Artıları : - Atlantisçe öğrenme fırsatı! (Gerçek hayatta ne işimize yarayacak demeyin sakın.)
Eksileri : - Türkçe'yi unutmamız.
- Yüksek sistem gereksinimleri (Kasa yerden en az 1,5 M yüksek olmalı oyunu açabilmek için.)

26 Ocak 2008 Cumartesi

Otto-8 Şubat 2008 Sayısı (Pi Sayısı)

Şaka maka sardı bu incelemasyon olayı beni. Aaa literatüre giren kelimeye bak, "İncelemasyon". Ehehe güzel oldu. Neyse, duyurumun amacı Şubat Sayısı'nın Şubat Ayı'nda çıkacağını müjdelemek. Oley! Aslında en beğendiğim incelemasyon hazır sayılır ama işte onu Şubat'a sakladım. Zaten elimde kalan sonuncusu o. Ha sonuncusu derken, bunu da yayımlayayım da yenilerini yazmak için gereken gaz gelsin iyice. Zorrrttt! Aha geldi. Yuh diyorum bunun için kendime ve özür diliyorum...

22 Ocak 2008 Salı

Ocak İnceleme (Şok Oyun!)

Age of Vampires



Tür : GZS (Geniş zamanlı strateji)
Yapımcı : L'Oreal Paris
Dağıtım : Yaysat
Maximum Sistem : Ahaha bu iyiymiş ya...
Çıkış Tarihi : Çıktı ki inceliyoruz...

Evet Ocak sayımız biraz geç çıktı sayılır. Ne kadar abudik gubidik oyun varsa biz incelediğimiz için olmalı. Bu ayın oyunu olarak seçtiğimiz AoV, tipik bir GZS olmakla beraber, kronik bir FPS, şizofrenik bir TPS, yer yer RPG, çoğu zaman da ABS, ASR ögelerini de bünyesinde barındırmakta.

İlk zamanlarda sıra tabanlı strateji olarak planlanan oyun, sıra kapma yüzünden çıkan kavgalardan dolayı değiştirilerek daha geniş zamanlanmış.
Oyunun senaryosu üç bölümden oluşuyor; Giriş, Gelişme ve Sonuç.

Haritalar geniş ve güzel ama biraz eski kalmış. Mesela Piri Reis'in haritası bile mevcut oyunda. O derece eski, hesap edin.

Ekonomi sistemi kaynak toplama, GSMH'yi yükseltme, enflasyonla kararlı mücadele üzerine kurulu. Oyunun ismi gereği bütün kaynaklar kandan ibaret. Can-Kan ve Karakan en çok getirisi olan kaynaklar. Banu Alkan bonus...

Oynanabilir olarak Beyazlar, Siyahlar ve son anda eklenen Yeşillerden oluşan üç ırkın olduğu oyun, ırkçılığı körüklediği gerekçesiyle Almanya, Avusturya-Macaristan, tüm dış temsilcilikler ve KKTC'de yasaklanmış durumda. Fakat Kenya'da pazarlarda bile bulmak mümkün.

Görsel harikalar yaratan grafik motoru gerçekten etkileyici. 1,8 dizel ve 1,6 benzinli olarak iki seçenekte sunulan motor, gerçek gücünü savaş sahnelerinde gösteriyor bizlere. Haritalardaki her şey etkileşime açık. Yıkılan binalar, ayak izleri, patlamaların açtığı çukurlar, çukura düşen otobüsler gayet gerçekçi bir oyun deneyimi sunuyor.
Son bölümde açılan yoğun ateşle monitörümün camı çatladı, o kadar gerçekçi yani.
Gece gündüz faktörü de oyuna iyi aktarılmış. Gündüz yönettiğimiz bir birimi gece yolda görsek tanıyamıyoruz. İki gün aralıksız oynadım ve haritaların uykusuzluktan gözleri pörtlemiş, beli bükülmüş birimlerle dolduğunu gördüm.

Seslendirmeler de müthiş olmuş. Yaralı bir askerin "Anneeeaaa!!" diye çığırması üzerine yan odadan annemin koşup gelerek, "Ne var oğlum yine? Çayın mı bitti?" demesi, seslendirmelere çok emek harcandığının kanıtı oldu resmen.

Oyundaki karakterler birbirlerine sık sık "Oğlum çok zayıflamışsın lan. Ama karakter olarak muhahaha" esprisini yapıyor üstlerine tıkladığınızda. Bir kaç seferden sonra sıkıyor insanı. Yeniden oynanabilirlik bu yüzden kötü denebilir.

Sekiz DVD olarak satılan oyun altı tane boş DVD sayesinde film, müzik arşivinizi yedeklemeye de yarıyor.

Kısacası uzun yıllar masaüstünüzde duracak bir oyun (Yeniden oynanabilirlik süper yani?). Mutlaka edinin ve tadını çıkarın...

Artıları : Sözlülerden üç artısı var. Kurtarır gibi.
Eksileri : Karla kaplı haritalarda hissedilen -35 oluyor sık sık...

1 Ocak 2008 Salı

ŞOK HABER!!!




Dün gece saat 00:05 sularında, bacasından girmeye çalıştığı evin sahibi tarafından polise ihbar edilen Noel Baba, "Haneye Tecavüz" suçlaması ile tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Herkese mutlu bir yıl, Noel Baba'ya da "Allah kurtarsın" diliyoruz...